Direk ismini söyleyince birçok kişinin ismini bile duymadığı, Anadolu’da sıradan bir şehrin ilçesinde köy olarak geçen Barla’nın bir sırrı olsa gerek. Öyle ki; tarih silsilesinde hep önüme çıkan Barla, şimdiye kadar gelen İslam Devletlerinin hep gözdesi olmuş.
En baştan başlayacak olursak; Müslümanlar Anadolu’ya ilk 637 yılından itibaren girmiştir. O kadar yakın il, bir o kadar da bölge olmasına rağmen, hatta Mekke ve Medine’ye daha yakın yerler var iken, Barla ve Isparta civarının İslam’la tanışması hicretin yedinci yılında başlamıştır. Böcüzade Süleyman Sami’nin ‘’Kuruluşundan Bugüne Kadar Isparta Tarihi’’ kitabında, Barla ve civarının; Bizans zamanında ticaret yapan, zalim Cenevizli bir toplumun idaresinde bulunduğunu nakleder. Bu zalim idareden çok sıkılan halkın, hicretin yedinci yılında Medine’ye bir heyet göndererek Hz. Peygamber’den kendilerini bu zalim idareden kurtarmalarını istemiştir. Hz. Peygamber bunun üzerine Hz. Ali’yi bazı sahabilerle birlikte Isparta civarına göndermiştir. Bu civar ilk Müslümanlar tarafından ele geçirilmiş ve İslamiyet buralarda yayılmaya başlamıştır. Buna delil olarak Isparta’nın Dere Mahallesi civarında Düldül Ayağı denilen yerdeki bazı kalıntı ve işaretlere göre Isparta’nın Dere Mahallesinde bulunan bir kara taş üzerinde at ayağına benzeyen bir iz bulunmakta, bu izin Hz. Ali’nin atı Düldül’ün ayağının izi olduğuyla ilgili efsane anlatılmaktadır. Mekke’den Barla ’ya Hz. Ali komutasında bir ordu. Ne garip değil mi?
İslamiyet’in yayılmasıyla birlikte Emevîler devrinde, İslam ordusunun 713 yılında bu bölgeyi geçici olarak ele geçirdiği ve daha sonra ise Bizans baskıları sonucunda geri çekildiği, aynı şekilde Abbasi Halifesi Harun Reşit bu bölgeyi 771 yılında ele geçirip sonrasında Bizans birliklerinin bu bölgeyi tekrar geri aldığı tarih kaynaklarında hep mevcuttur.
Barla ve çevresinin yaşadığı en önemli siyasi olay ise Miryokefalon Savaşı ile olmuştur. Haçlılarla yapılan bu savaşı kazanıp, Anadolu’da Türk hakimiyetinin kabulünü sağlayan II. Kılıçaslan’ın ilk yaptığı icraat ise; Uluborlu, Yalvaç ve Senirkent çevresinin Türklere kazandırılması olmuştur. Daha sonra ise Isparta yöresinin tamamı Barla dâhil olmak üzere Türklerin eline geçmiştir.
Tarihte önemli bir yeri olan Battal Gazi’nin ise; Isparta, Eğirdir ve civarına gelerek İslamiyet’i yaydığı, Kâtip Çelebi’nin Cihannüma eserinde Eğirdir’deki kalenin Battal Gazi tarafından zapt edildiği belirtilir. Osmanlı sultanı I. Murad zamanında ise bir beylikten Barla ve civarı 80.000 altına satın alınarak 1381’de Osmanlı topraklarına geçmiştir. 1402 Ankara Savaşını kazanan Timur Uluborlu, Eğirdir gibi bu bölgeyi ele geçirmiş ve Timur’un 1405 yılında ölümüyle bölge tekrar Osmanlı hâkimiyetine dâhil olmuştur.
Silsileyi iyi takip edin, Hz. Ali sonrası Emevî, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar. Hep bu bölgede hakimiyet peşinde olmuşlar. Karşılarında ise Bizans ya da Haçlılar. Kâtip Çelebi ise Cihannüma eserinde Barla’yı şöyle tarif eder; “Barla iki dağın arasında kalır, Eğirdir Gölü’nün doğu kenarına yakın olup güzel bağları vardır. Üzümü ise nefistir.” O kadar manzarası olan yerler var iken Barla’yı böyle tarif etmesine okuduğumda çok şaşırmıştım.
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise; Said Nursi 1927 senesinde sürgün olarak gönderildiği Barla, dönemin siyasi iktidarı açısından dikkatle seçilmişti. Her dönem farklı bir önemi olan Barla ve Isparta’nın, Cumhuriyet döneminde yeni bir İslami çalışmalar için bir merkez haline geldiği ve Said Nursi’nin burada ilk eserlerini yazdığı bilinmektedir. Öyle ki Said Nursi Barla için ‘’Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti.’’ Diyerek açıklar ve Barla’yı Yıldız Sarayından bile üstün tutarak çok ince bir mesaj verir anlayana.
Bu bağlamda Barla’nın tarihî rolü, iki farklı dönemde benzer bir işlev görmüştür: İlk olarak İslamiyet’in Anadolu’ya yayılmasında bir merkez olmuş, daha sonra Said Nursi’nin sürgünüyle birlikte İslami düşüncenin yeniden canlandığı bir yer haline gelmiştir. Said Nursi’nin burada geçirdiği yıllar, İslami ilimlerin ve tefekkürün derinleştiği bir dönem olarak kabul edilir. Bu tarihî dejavu, Barla’nın, İslami kimliğinin sürekliliğini ve önemini de vurgular. Said Nursi’nin sürgünü, bir baskı süreci gibi görünse de aslında İslami düşüncenin yeniden şekillenmesine vesile olmuş ve Barla’yı bir ilim ve irfan merkezi haline getirmiştir.
Barla, sürgün ve ceza olmaktan çok, tebliğin ve hakikat hizmetinin yeniden doğduğu bir merkez haline gelmiş ve Risale-i Nur Külliyatının büyük kısmı burada yazılmıştır. Bu yönüyle Barla; İslam’ın ilk ulaştığı ve yeşerdiği yerlerden biri olarak, Said Nursî ise asrın sahabesi gibi, yeni bir tecdit hareketinin öncüsü olmuştur.lk Müslümanların İslam’ı yaydığı bu topraklar, asırlar sonra Risale-i Nur’un yazıldığı ve yeniden bir iman dirilişinin başladığı ikinci bir fetih noktası olarak Barla’yı tarihsel bir sır haline getirmiştir.
Bilgi edindiğim kaynaklara göre; Mustafa Kemal’in Barla’da Said Nursi’yi ziyaret etmesi, İstiklal Mahkemelerinde yargılanması ama birçok din adamının idam edilmesine rağmen Said Nursi’nin eserlerinin 1960 yılına kadar yazmaya devam etmesi, incelenmesi gereken ve Barla’nın bir sırrı olduğunu kesinleştiren bir tarihsel silsiledir.
Neydi bu kadar önemi olan ve tarih bize ne anlatmak istiyordu? Barla; sır dolu topraklar olmasa, Barla’ da köylülerle imece usulü yazmaya başlanan bu eserler, 75’ten fazla dile çevrilerek ve dünyanın dört bir yanında akademik çevrelerde incelenip, İslam düşüncesi bağlamında, modernite ve manevî krizler için önemli bir kaynak olarak kabul edilir miydi?
Barla’nın bu “sırrı”, belki de tam da bu tebliğ ve diriliş döngüsünde saklıdır: Zulmün gölgesinde doğan hakikat ışığı… Sessizliğin içinden yükselen bir çağrı… Ve en önemlisi, bir köyün kaderinin bir ümmetin kaderine dokunması.