Bana sıklıkla yöneltilen sorulardan birisi, sanatın pek de kıymet görmediği, maddi olarak da zengin etmediği bir ülkede neden ısrarla bu yoldan gidiyorsun? Oysa ben edebiyata başlarken ne istediğimi ve neler olabileceğini az çok biliyordum. Zaten bu nedenle yazarlık derslerimde ilk söylediğim şey, yazarın bir meselesi olmalıdır, cümlesidir. Aksi halde ne roman tamamlanabilir ne de yazar doğru düzgün bir hikaye kurgulayabilir. Hayat da biraz böyledir. Bir meselenin peşinden gitmek, uğruna yaşayacak bir şeyler bulma meselesi…

Tam bunları düşünürken, Borges’in sanatçının “sevinçli” ödeviyle ilgili hoş bir pasajını çeviren Reha Kuldaşlı’dan görünce sizinle paylaşmak istedim. Yıllardır anlattıklarımın müthiş bir özeti gibi çünkü bu satırlar.

“Sanatın işi, sürekli olarak başımıza gelenleri dönüştürmektir; bunların tamamını sembollere, müziğe, insanın hafızasında kalıcı olabilecek bir şeye dönüştürmektir. Ödevimiz budur, yerine getirmezsek mutsuz oluruz. Bir yazarın veya herhangi bir sanatçının (bazen sevinçli olabilen) ödevi, bunların tamamını sembollere dönüştürmektir. Bu semboller renkler, biçimler veya sesler olabilir. Bir şair için semboller seslerin yanı sıra sözcükler, masallar, hikâyeler, şiirdir. Şairin işi asla bitmez: Bunun mesai saatleriyle ilgisi yoktur. Dış dünyadan sürekli bir şeyler alırsınız; bunların dönüştürülmeleri gerekir ve nihayetinde dönüşürler. Bu beliriş herhangi bir zamanda olabilir. Şair asla durup dinlenmez; her zaman, rüya görürken bile çalışır.

Ayrıca, yazarın hayatı yalnız bir hayattır. Yalnız olduğunuzu düşünürsünüz. Ancak yıllar geçtikçe, şanslıysanız, görünmeyen dostlardan oluşan geniş bir çemberin ortasında durduğunuzu fark edebilirsiniz: asla tanımasanız bile sizi seven dostlar. İşte bu, muazzam bir ödüldür.”

Söyleşilerde hep altını çizerim. Edebiyat, yazma eylemi sırasında oldukça yalnız bir iştir ama roman sizden çıkıp artık raflara girdiği zaman, kalabalıklaşırsınız. Hiç gitmediğiniz şehirlerde, yüzünü hiç görmediğiniz duygudaşlarınız olur ve onlar çoğu arkadaşınızdan daha kıymetli hale gelir bir zaman sonra. Çünkü aranızda gerçek ve görünmez bir bağ vardır. Sizin ağlayarak yazdığınız satırı okurken, bilmeden o da ağlamıştır. Aynı satırda gülmüş, hüzünlenmiştir. Benzer bir hikayenin içinden farklı zamanlarda geçmişsinizdir belki de. Ya da aynı kederin yasını tutmuşsunuzdur. Bunların illa karşılıklı konuşulması gerekmez. Zaten yazarlar genelde dertlerini, kaygılarını yazarak anlatırlar. Sözlerle araları sadece yazarken çok iyidir. Bir de istisnasız iyi dinleyicilerdir. Onların işinin bir parçası da budur. Dinlerken sahiden duymak, duyumsamak. Böylece gerçekleri aktarmak. Dönüştürmek… Yazarlar sembollerle düşünürler, kafaları genelde farklı çalışır. Söylenenin ve görünenin ardına bakmaktır onların asıl işleri. Yazarken kendileri de dönüşürler. İyileşirler… Kendine iyi gelen o satırlar sonra hiç tanımadığı başkalarına da iyi gelir. Tuhaf bir alışveriştir bu. İki taraf da kazanır. Hilesi yoktur üstelik. Zaten en ufak hesaplı kelime, matematiği yapılmış gerçekdışı sahneler hemen sezilir. Okur onlarla arasına anında mesafe koyar. Bazı kitapları çok severken, bazılarına içinizin hiç ısınmaması bazen de bu nedenledir.