Hayatı ciddiye almıyorum fakat yaşamayı çok önemsiyorum. Belki de her şeye ve herkese rağmen neşemi korumayı buna borçluyum. Uykusuzlar romanım en çok okunan romanlarımdan. Rüyalar konusuna çok sevdiğim birinin intiharından sonra kafayı takmıştım. Bir daha sevdiğiniz birini rüyalar dışında görme şansınız kalmayınca, böyle oluyor. Ya da yaşama ondan sonra tutunacak bir yol arıyordum ve bu arayış beni edebiyata getirdi.
Elbette pek kolay olmuyor eksilerek yola devam etmek. Yine de ilk yaranın acısı hep bir sızı olarak orada duruyor. Gidenlerin ardından hiçbir şey yokmuş gibi güneşin doğup batması insana büyük bir haksızlık gibi geliyor. Lakin yaşam devam ediyor, biz gidince de edeceği gibi… Tüm bunları kavrayınca, ölümün olduğu bir dünyada insan hiçbir şeyi ciddiye alamıyor. Yaşamı, çocukları, umutları büyütmeyi öğreniyor bir şekilde…
Bu konu bahsetmeyi pek sevmediğim bir konu ama çevremde öyle kayıplar oluyor ki; birilerine bir teselli olur belki, diyorum. İnsan kendi yarasını ancak başkasının yarasını sarabildiğinde unutuyor çünkü… Aslında hepimiz bir bakıma yaralıyız! Çaresi ise birbirimize tutunmakta… Etrafımda her geçen gün daha fazla asık surat, mutsuz bakış görüyorum. Ekonomik koşullarını bir yana koyarsak genel anlamda herkeste bir anlam kaybı da var. Sanki tesellisi olmayan bir derdin pençesinde gibiyiz ama bu elbette doğru değil. Dünya her dönem belli zorluklardan geçmiş, hatta geçtiğimiz yüzyıl iki dünya savaşı görmüş. Onlara nazaran iyi durumdayız. Lakin sıcak silahların olmadığı farklı bir güç mücadelesinin ortasındayız. Bu diğerinden daha tehlikeli çünkü düşman tam olarak görünür değil ve hangi silahla ona karşı duracağımızı bu nedenle de bilmiyoruz. Belirsizlik insan ruhu için en ölümcül şey. Çağın insanı tüketen yanı işte buradan besleniyor.