Hiç düşündünüz mü; şanslı bir bal arısının yaşamı 6-7 hafta kadardır. Tabii bu, kovana bir eşek arısı saldırısı olmazsa yaşayacağı süredir. Bu kısacık ömrü boyunca bir işçi arı sadece bir çay kaşığı kadar bal üretir. Bir arının tüm ömrü boyunca çalışıp didinip ürettiği balı biz belki de kahvaltı da ıhlamurumuza koyarız ve oradaki emeği aklımızın ucuna bile getirmeyiz.
Bir kilo bal yapmak için arı kolonisi 14 milyon çiçeğe konar. Bir kilo bal için 3 kilo nektar toplanması gerekir. Sonra da insanoğlu çıkıp boşu boşuna yaşadığından dem vurur durur. İnsan yeryüzünde olmasa dahi doğa varoluşunu devam ettirebilir. Harari, çok okunan kitabı Sapiens’te bunu çok güzel anlatır üstelik. Doğadaki gereksiz tek canlı türü; insandır. Oysa bütün bir ömrü boyunca bir çay kaşığı bal üreten arılar olmazsa insan dünya üzerinde en fazla 4 yıl kalabilir… Kalması gerekli midir, bu da ayrı bir soru? Biraz araştırınca insanın bu gezegende yalnışlıkla var olduğunu düşünmeye başlıyor insan.
Burada olmanın da zorlukları var elbette. Kabuk tutmayan o eski yara, neden her kalbin titrediğinde hissettiriyor kendini? Romanlarımda çocukken kalpten alınan yaraların ömür boyu süren etkilerini ele alırım genelde. Çünkü en savunmasız anda alınan yara, en çok acıtandır ve telafisi uzun sürer. Bu yüzden kendi içine, kalbine bakabilmek ve orada olan, olmayan her şeyle yüzleşmek önemlidir. Edebiyat bu sert yüzleşmenin aynasıdır…Biz yazarlara düşen de o aynayı sıkı sıkıya tutmaktır. Biz yazarlar doğanın içinde varlığı anlamsız gözüken insanın var oluşuna anlam bulmak için de çabalarız biraz. Çünkü o anlam olmadan yola devam etmek çok güçtür. Güçlü, dile getirilmesi zor ama bazen mecbur kaldığımız keskin kederlere dokunmak biz edebiyatçıların işi. Bilim insanları nasıl ki yüzümüze pek de hoş olmayan gerçekleri vuruyorsa, biz de aynısını yapıyoruz aslında.