Haber bültenleri, en gürültülü kazayı, en büyük skandalı, halk sağlığını tehdit eden en büyük tehlikeyi buluyor ve tüm bunları bize kahvaltıyla başlayıp akşam yemeğinde de servis ettikten sonra, bizi çalkantılı bir uykuya gönderiyor. Değersiz kişiler aniden şöhret oluyor, sıradan hayatları kameralar tarafından takip edilip bayağılıkları abartılı bir heyecanla gözler önüne seriliyor. Aşklar, televizyon yarışmaları, sansasyonel hastalıklar- bunların hepsi sansasyona duyulan ve gittikçe artan arzuyu besliyor. Anlaşılan, insanın kişisel hayatı ve karakter derinliği olmadığında, yapay bir hayata sahip olmak ve başkalarının değerleri doğrultusunda yaşamak durumunda kalıyor.

Heyecana dayanan bir yaşamın ya da kültürün heyecanı sürekli artırması gerekir çünkü heyecanlar hızlıca ilk etkilerini kaybeder ve duyarsızlaşma başlar. Toplum olarak her gün başımıza gelen türlü felakete alışmamız ve gereken tepkiyi sadece sosyal medyada göstermemiz, sonra da unutmamız bunun ispatı değil mi?

James Holis bu konuda harika bir kitap yazarak uyarıyor bizleri ama kaç kişi okuyor, kaç kişi farkında ya da okusa da hayatında bunları anlayıp bir değişimin peşinde; emin değilim. Bir yazar olarak bana düşen zaman zaman bunları söyleşilerimde, yazılarımda ve yaşamımda göstermek… Fakat kurtuluş tek başına gerçekleşmeyecek, hepimize düşenler var. İlk olarak da düşünmek ve okumak… İnsanı diğer canlılardan ayıran bilinç üstünlüğü pek de işine yaramıyor kullanmayınca doğrusu. Ne dersiniz, sadelik en yüksek gelişmişlik düzeyidir diyen dahi Da Vinci’yi anlamak mümkün mü? Gösteriş, show ve şöhret peşinde koşmadan sade bir yaşam olası mı? Asıl kıymetli olanın bu olduğunu yeni nesle anlatmak mümkün mü ya da?