Umut dolu bir yatağa uzanmıştım o gece. Yeni çıkartmak istediğim derginin heyecanı, çocukların yeni okul dönemi pazartesiye hazırlanmış çantaları, klasik Pazar banyolarının sıcaklığı… Her şey yolundaydı, her şey olması gerektiği gibiydi.
Sabahın erken saatlerinde uyandım. Gece boyunca hiç uyanmamış olmama rağmen garip bir his vardı içimde. Açtım bilgisayarı, son depremleri gösteren sayfaya girdim. Nedenini bilmeden, belki de içgüdüsel bir dürtüyle.
Gördüğüm rakamlar önce anlamsız geldi gözüme. 7.7’nin ardından 5 küsur büyüklüğünde artçılar… Yanlış mı görüyordum? Hemen sosyal medyaya baktım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Hayır, doğruydu. Yıkıcı bir deprem yine vurmuştu ülkeyi.
O an tüm umutlarım, tüm güzellikler bir anda silindi. Geriye kalan tek şey korku, endişe ve çaresizlikti. Etrafımdaki dünya sallanıyordu, sanki yer yerinden oynuyordu. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemedim.
Saatler sonra, ilk şok atlatıldığında, gerçeğin soğukluğuyla yüzleşmek zorunda kaldık. Yıkılmış binalar, enkaz altında kalan insanlar, feryatlar ve gözyaşları… Her şey bir kabus gibiydi.
Öylece kaldım, gözüm çocuklarımın kıyafetlerine takıldı, onlar için hazırladığım özenli beslenmelerine…
Kaç kişi gece umuda yatmıştı? Kaç anne okul öncesi hazırlık için çocuğunu banyoya sokmuş, mis gibi kokularla saçını tarayıp bağrına basmıştı? Sonra, özenle seçtiği kıyafetleri çocuklarına giydirmiş üzerlerindeki her renk, her desene bakıp bir umut, bir gelecek hayal etmişti onlar adına…
Beslenmelerini özenle hazırlamış en sevdikleri yiyecekleri, onları okulda mutlu edecek küçük atıştırmalıkları koymuştu çantasına…
Kaç baba harçlık çıkartıp vermiş, geleceğe dair öğretilerle yollarına ışık tutmuş, başlarını öpüp uykuya yatırmıştı…
Bunları düşünürken birden İzmir’de yaşadığım deprem anı gelmişti aklıma, iki çocuğumu kollarımın altına alıp duvarlara bakıp ne zaman yıkılacak diye beklediğim… Deprem bittiğinde evin yıkılmadığına inanmamış çocuklar “anne” diye bağırırken onlara sakin olun bile diyemeyecek kadar ilk defa dilimin uyuşmasını tanık olmuştum; dil uyuşur mu, uyuşuyormuş… Yaklaşık 20 saniyenin bir ömür sürdüğü o an da ömrün aslında nefesinin kesildiği saniyelerden oluştuğunu diğer zamanların bir prosedür olduğunu acıyla fark etmiştim.
Daha ilk depremin yarattığı dehşet anını atlatamadan ikinci 7.6 şiddetinde deprem vurmuştu Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Hatay, Kilis, Malatya ve Elazığ ve yüreklerimizi…
Yüreklerimiz enkaza döndü. Herkes yemeğe içmeye utandı, ama yemek içmek için bunca canı hiçe sayanlar…
Cümleyi tamamlamak istemiyorum…
Sözcükler kifayetsiz kalıyor yaşanan bu vahşet karşısında. Yine de haykırmak gerekiyor: Artık yeter! Bu yıkımın son bulması için bilinçlenmeli ve hep birlikte harekete geçmeliyiz.
Sağlam ve güvenli binalar inşa etmek için inşaa sırasında her aşamada titiz denetimler yapılmalı.Yapı denetimleri sıkılaştırılmalı ve liyakat sahibi kişiler tarafından yapılmalı.İmar affı gibi felaketleri tetikleyecek uygulamalara son verilmeli.
Deprem anında ne yapacağımızı bilmeli, ilk yardım ve tahliye konusunda bilinçlenmeliyiz. Acil durum çantamızı her zaman hazır bulundurmalıyız. Ailemizi ve yakınlarımızı bir araya gelme planı oluşturmalıyız.
Ayrıca deprem vergilerinin nereye harcandığının şeffaf bir şekilde takip edilmesi ve bu vergilerin acil ihtiyaçlar için kullanılması sağlanmalıdır. Kentsel dönüşüm projeleri rant odaklı değil, insan odaklı yapılmalıdır. Deprem eğitimi müfredatlara dahil edilmeli ve tüm eğitim kademelerinde verilmelidir.
Unutmayalım: Deprem doğanın bir gerçeği olsa da, yıkım insan eliyle oluyor. Bilinçli ve sorumlu davranarak bu vahşetin önüne geçebiliriz.
Sorumluluk hepimizin…