Arkadaşlar arasındaki sohbetlerde, “Yahu yazıların da özgün, esprili okunur ama sen mühendis adamsın, nereden çıktı şimdi bu yazma işi?” diye konuşmalardan sonra kendime sordum: İnsan neden yazma ihtiyacı duyar?
İnsanın hayatında her şey normalken, mutlu bir halde, işler yolunda giderken yazmak pek içinden gelmez. Bir ünlü yazar, “Mutluysan yazmak içinden gelmez.” der. Yazmanın kaynağı biraz hüzün, hayal kırıklığı ve hayatta yaşadığımız çeşitli sıkıntılardır. Zaten yazma, bu hayal kırıklıklarımızın nedenini anlama çabasıdır, bir anlamda. Elbette bir haksızlık yaşadığımız, haksızlığa şahit olduğumuz zaman,konuşarak müdahale edemediğimiz için ancak yazarak müdahale edebiliyoruz. Dolayısıyla bu duygu, bir şey yapmalıyım duygusu, bizde uyandığında yazıyoruz.
Birkaç sene önce Varanasi de (Hindistan’ın Uttar Pradeş eyaletinde bir şehir. Hindularca kutsal sayılan Ganj nehrinin kenarında ) koloni zamanından kalma tarihi otelden erkenden çıkıp tek başıma bir aracın bile geçmekte zorlandığı dar sokaklarda farklılıkların rengini gözlemleyip yürürken dalmışım. Birdenbire kaybolma hissi içinde buldum kendimi. Hem tedirgin edici hem de özgürleştiren bir histi diyebilirim. Halbuki biraz önce gezindiğim ve beni Ganj nehrine ulaştıran cenaze levazımatı(bizdeki gibi kefen bezi vs.aklınıza gelmesin ) odun satan dükkanlardan oluşan sokağın neresi olduğunu bilmiyordum ve o an da kayıptım. Ama içimde öyle bir his yoktu. Yazmayı bu hisse benzetiyorum. İnsanın kendi ana caddelerinden, ara sokaklarına, döner kavşaklardan çıkmazlarına, kaldırımlarından patikalarına geçmesi gibi… Yazarken kaybolmak ve beceremesek bile kendimizi bulmaya çalışmak enfes bir şey.