Söyleşilerimde bana genelde aşka ve ilişkilere dair de sorular sorulur. Ben de sadece kendi romanlarım üzerinden değil, sanattan farklı disiplinlerden örnekler vererek yanıtlamayı severim bu soruları. Yine böyle bir soruda, geçtiğimiz yıllarda Moda Sahnesinde Kemal Aydoğan yönetmenliğinde Melis Birkan ve Caner Cindoruk’un insanı aşkın şiddetinin içine sürükleyen oyunculuklarıyla gözümüzü kırpmadan izlediğimiz Yeni Bir Şarkı adlı oyun geldi aklıma. Bu oyundan sonra aşkın anlaşılmaz gözüken doğasına dair epey kafa yormuştum doğrusu. Sizlere de önermek istedim bu vesile ile.
Acaba aşk, Rilke’nin dediği gibi, iki yanlızlığın birbirine dokunması, birbirini koruması ve selamlaması mıdır? Bence hem evet, hem hayır… Çünkü yalnızlığınızı doldursun diye biriyle birlikte olmak başkadır, birlikteyken artık yalnız hissetmemeniz başka. Erich Fromm, yalnız kalmayı başaramayan bireyin, yaşadığı duygunun gerçek aşk olamayacağını söylüyor. İnsanın kendisiyle zaman geçirmeyi öğrenmesi dahası bundan keyif almayı bilmesi gerek. Ben olmadan biz olunmuyor kısaca. Hem ben hem biz olmak da emek istiyor. Yazarın dile getirdiği gibi, bize çiçekleri sevdiğini söyleyen bir kadının çiçekleri sulamayı unuttuğunu görürsek, onun çiçek sevgisine inanmayız. Sevgi, sevdiğimiz şeyin büyümesi ve yaşaması için gösterdiğimiz etken ilgidir. Kendimize de ilgi, özen göstermeliyiz. Bu çocuk büyütürken de böyle, bir aşkı yaşarken de. Uçaklarda neden önce kendinize sonra çocuğunuza maske takın, diyorlar hiç düşündünüz mü? Siz nefes almadan, diğerlerinin varlığı nasıl anlam kazanabilir ki?
Oyunda, eskiden evli iki kişinin yıllar sonra yeniden karşılaşması vardı. Geçmiş aslında hiçbir zaman tam olarak geçmemiştir. Bunu düşündüm oyun boyunca. Yaşanan her şey, söylenen her söz belleğimizde yer alır ve bizi başka birine dönüştürür. Bazen bu sizi daha cesur bazen daha ürkek yapar. Bazen de severken ayrılmayı ölüm gibi hissetmenize neden olur, artık nefes alamazsınız ve bunu bir tek siz bilirsiniz. Kocaman bir yalnızlığın içinde… Oyun zihnimde birçok yere dokundu. Kalbime dokundu dersem yalan olur çünkü ben aşkın iyileştiren gücüne inanıyorum, yıkıcı yanını kabul etmiyorum; aşk böyle olmamalı. Fakat duygular doğru tanımlanmayınca, bu marazi duygular aşk sanılıyor. İşte o zaman aşkı hastalık olarak tanımlayan filozoflar haklı çıkıyor.
Oyunda en sevdiğim repliğe gelince : “Evet, zaman kaybedilen bir şeydir ama ikinci kez kaybetmeye gerek yok…” Evlilik kadar boşanmak da doğal bir süreç. Başlayan her şey bitebilir fakat bu bitişten nasıl en az yara alarak çıkacağız, asıl mesele bu. Oyunda ayrılığı bir türlü kabullenemeyen erkeğin kadını nasıl bir azabın içine hapsettiğini izliyoruz. Hep söylerim, vaktinden tutulmayan her matem yüreğinize geri döner. Bu yüzden bitişleri de derin bir sancıyla hissetmek, o acıyı yaşamak, gözyaşı dökmek son derece gerekli. Bunlardan sonra geliyor çünkü kabullenme ve sonrasında da yeni bir yaşama başlama arzusu.
Yaşamda bir amacı olmayan insan, bu amacı bir insana yükleyebilir. İşte tehlike çanları da o zaman çalmaya başlar.