Freud’un altını çizdiği konulardan biridir, anne ve babamızın hatalarını aynen tekrarlama arzumuz / saplantımız vardır. Bunu bilinç düzeyinde fark etmek yıllar alır. Onca hatadan sonra gün gelir insan aynaya bakar ve hiç görmek istemediği bir manzarayla karşılaşır.
Bunu düşünerek ve aslında tecrübe ederek, Yalancılar ve Sevgililer romanımda şöyle yazmıştım: Her kadının bir gün aynada annesinin yüzüyle karşılaşacağı bir zamanın geleceğini bilmiyordum; öğrendim. Belki de bu yüzdendir size çocukluk korkularınızı yeniden yaşatacak bir ilişkinin içinde kendinizi bulmanız ya da babanıza çok benzeyen bir adama, annenize çok benzeyen bir kadına tutulmanız… Öyle güçlü yer etmiştir ki bu saplantı içimizde, anladığımızda çok geç olur. Fakat belki de bu yoldan geçmek zorundayızdır; büyümek için. Benliğimizi bulmak için önce anne ve babamızın üzerimizdeki etkisinden kurtulmamız gerekiyordur.
Uykusuzlar romanımda Türk mitolojisini okuyanların çok iyi bildiği YADA taşından ve Hakikat Taşından söz etmiştim. İnsanlığın sonunu getirmek için rüyaların içinde süren bir savaş vardı. Ama ya gerçek olan rüyalarsa diye sormuştum… ‘Onlar insanlığın tarihini yok edip, bunu yeniden, kendi elleriyle yazmak istiyorlar. Geçmişi silmek… Eğer insanları köleleştirmek istiyorlarsa, bunun en iyi yolu, onları zaten köle olarak doğduklarına inandırmak olmaz mı?’ Rüyalar, evrenin sır kutusudur. Kutuyu kötü yüreklerin açmasına müsaade edemeyiz… Freud’un bir diğer ilgi alanının rüyalar olması tesadüf olabilir mi? Unutmayın, kişinin rengi düşünün rengidir. Düşleri, çocukluğun izlerini hafife almamalıyız.