Aşının günümüzden yaklaşık 250 yıl önce başlayan öyküsünde Osmanlı Devleti’nde başlayıp Türkiye Cumhuriyeti’nde devam eden oldukça önemli bir bölüm vardır. İstanbul’dan İngiltere’ye variolasyon olarak giden aşılama oradan yeniden İstanbul’a bilimsel yöntem ile üretilen aşı ile çok kısa sürede geri döndü. Janner’in yayımladığı çiçek hastalığı hakkındaki kitap İtalyanca çevirisinden Osmanlıcaya 1801 yılında “Risale-i Telkih-i Bakari” (Çiçek Aşısı Kılavuzu) adıyla Mustafa Behçet Efendi tarafından çevrildi. Bu kitabın yayımlanması ile birlikte Osmanlı’da çiçek aşısı üretilmeye ve yapılmaya başlandı. II. Mahmud’un emri ile 1827’de ilk tıp fakültesi kurulmuş ve aşı üretim çalışmaları bu kuruluşta devam etmiştir. Öyle ki 1825 çiçek salgını ve 1831 kolera salgınına yönelik aşı üretimleri yine dönemin hekimleri tarafından yapılmıştır. Hatta 1840 yılında dönemin padişahı I. Abdülmecid tüm aşıların halka doktorlar tarafından ücretsiz yapılacağını bildiren bir ferman çıkartmıştır. Bu ferman, halk sağlığı uygulamalarının devlet politikası olması gerektiğini belirtmesi açısından dünyada ilkler arasında yer almaktadır. Aynı dönemde bazı kişilerin aşı dışında çiçek hastalığına karşı uyguladıkları bilim dışı yöntemleri engellemek için çalışmalar yapılmış ve bu amaçla 1846’da Osmanlıca dışında Ermenice, Yunanca ve İbranice olarak yazılan 48 sayfalık Menafi ül-etfal (-aşının- Çocuklara Faydaları) adlı bir kitap yayımlanmıştır. Kitabın yazarları dönemin tıp fakültesi olan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane doktorlarıdır. Günümüzde aşı ile engellenebilen hastalıklara karşı aşı yerine kelle paça çorbası ve bilumum zerzevat önerenlere hiç bir şey yapılmadığı düşünüldüğünde geldiğimiz durumun nasıl acıklı olduğunu daha rahat görebiliyoruz. II. Abdülhamid daha da ileri gidip 1885’de Telkihi Cüderi Nizamnamesi’ni (Çiçek Aşısı Nizamnamesi) yayımlayarak dünyada çiçek aşısı uygulamasını ilk kez zorunlu hale getirmiş ve aynı nizamname ile okul çağı tüm çocukların çiçek aşısını olması zorunlu kılınmış, eğer çocuklar aşılanmazsa okul kayıtlarının yapılmayacağı bildirilmiştir. Bu nizamnameyi 1894, 1904 ve 1915 nizamnameleri izlemiş, son ikisinde tüm kişilerin 19 yaşına kadar 3 kez çiçek aşısı olması zorunlu tutulmuş, çocuklarını aşılatmayan ailelere 150 kuruş, aşı dışında uygulama yapanlara ise uygulama yapılan kişiye verilen zararın boyutuna göre 200-1000 kuruş para cezası verileceği belirtilmiştir.
Bu dönemde kuduz aşısını bulan Pasteur çalışmalarını sürdürebilmek için bir enstitü kurmak amacıyla kendi hükümetinden destek istemiş ancak istediği desteği alamamıştır. Bunun üzerine II. Abdülhamid kendisine çalışmalarını İstanbul’da yapmak koşulu ile destek verileceğini belirten bir davet göndermiş bu istek Pasteur tarafından kabul edilmemiş ama verilecek destek karşılığında Osmanlı Devleti’nin göndereceği üç kişiyi yanında yetiştirmeyi önermiş bu öneri kabul edilerek Alexander Zoeros Paşa başkanlığında Dr. Hüseyin Remzi ve veteriner hekim Hüseyin Hüsnü Bey’den oluşan üç kişilik heyet Paris’e gönderilmiştir. Eğitimini tamamlayan heyet altıncı ayın sonunda ülkeye dönerek Kuduz Tedavi Müessesesi’ni 1887’de kurmuşlardır. Daha sonra bu kurum Paris ve Strazburg’dan sonra üçüncü olarak kurulan kuduz hastalığının tedavisi, aşısının üretimi ve geliştirilmesini yapan enstitüye dönüşmüştür.
Bu öykü insana masal gibi geliyor ama değil. Bundan yaklaşık 150 yıl önce bu ülke topaklarında, dünyaya örnek olacak şekilde bilimsel yöntemlerle ilk aşılar üretilmiş, aşı olma zorunluluğu getirilmiş ve bilimsel yöntemler dışında uygulamalar yapanlara cezalar verileceğini belirten kanunlar yayımlanmıştı. Ya şimdi? Devamı haftaya….
Kalın sağlıcakla.