Yaz sofralarının kenarında durur çoğu zaman; sessiz, gösterişsiz ama bir o kadar da faydalı... Semizotu. Çoğumuzun küçüklüğünde bahçede kendi kendine çıkan, ot zannedip yolduğu ama aslında doğanın bize sunduğu en cömert armağanlardan biri.

Semizotu, Latincesiyle Portulaca oleracea, doğada kendiliğinden yetişen, az suyla yetinebilen, toprak ayırt etmeyen bir mütevazilik örneği. Ama içine gizlediği zenginlik, onu sadece bir ot olmaktan çok daha öteye taşıyor. Omega-3 yağ asitleri bakımından bitkiler arasında nadir bulunan bir kaynak. Üstelik bu faydayı sofraya taşımak için balık pişirmenize bile gerek kalmıyor. Bir avuç semizotu, doğanın sunduğu en sağlıklı lokmalardan biri.

Benim semizotuyla tanışmam, anneannemin yaz salatalarıyla oldu. Domates, soğan, azıcık limon, biraz zeytinyağı… O yıllarda salata diye tabakta kalan, çatalın ucuyla şöyle bir karıştırılan bir şeydi. Şimdiyse her çatalda ayrı bir şükür sebebi. Bazen sarımsaklı yoğurtla, bazen zeytinyağlı soğuk bir meze gibi… Hatta son yıllarda gurme şeflerin tabaklarında bile yerini aldı bu "yabani" güzellik.

Peki neden bu kadar kıymetli? Çünkü semizotu, sadece bedeni değil, zihni de besleyen bir bitki. Düşünün, içinde kalsiyum, demir, magnezyum, C ve A vitaminleri var. Antioksidan zengini. Sindirimi kolaylaştırıyor, kalp sağlığını destekliyor, cildi güzelleştiriyor. Doğaya saygı duyan, besinle şifa arayan herkesin mutfağında hak ettiği yeri çoktan almalı.

Ve ne tuhaf, bu kadar faydalı bir bitki hâlâ “yabani ot” diye görülüp yolunabiliyor. Belki de bizler gibi o da biraz anlaşılmayı bekliyor. Belki de her mevsimin değil ama her yüreğin semizotuna benzeyen bir tarafı var; susuzluğa dayanıklı, güneşi seviyor ama gölgeyi de anlıyor, kendi kendine çoğalıyor.

Bu yaz, pazarda semizotu görünce bir demet alın. Belki bir salata, belki bir tencere yemeği olur. Ama en çok da bir farkındalık olur. Doğanın bize sunduğu mütevazı mucizelere bir selam duruşu…