Siyaset, gücü elde etme ve sürdürme sanatıdır. Bu süreçte ittifaklar kurulur, destek alınır, sözler verilir. Ancak zaman içinde güç dengeleri değiştikçe, verilen sözler unutulabilir. Bu durum, "siyasette vefa olmaz" düşüncesini besler. Ancak siyaset sadece çıkar oyunu değildir. Güveni tesis eden ve uzun vadede başarı sağlayan" insani değerlerdir". Vefa da bu değerlerin başında gelir.

Vefa; Türk kültüründe derin anlam taşıyan bir değer olup sadakat, minnettarlık ve kadirşinaslıkla harmanlanır. Ancak siyasetin doğası gereği bu değerlere her zaman uygun zemin sunmayabilir. Siyasetçilerin, kendilerini var eden kadrolara, seçmenlere ve yoldaşlarına karşı vefa göstermesi beklenir. Ancak pratikte bu durum çeşitli faktörlerden dolayı zorlaşır. Peki nedir bu faktörler?

1- ⁠Güç ve Rekabet Dinamikleri: Siyasi partilerde yükselmek çoğu zaman rekabet gerektirir. Bu da vefa değil, strateji ve pragmatizm ön plana çıkarır. Sokak ağzı ile rakibini yemen lazımdır.
2- Konjonktürel Değişimler: Bir zamanlar önemli görevlerde bulunan kişiler, zamanla unutulabilir. Yeni liderlik anlayışları geçmişi değil geleceği önceler.
3- Kurumsal Hafıza Eksikliği: Türkiye gibi bazı ülkelerde siyasi kurumların hafızası zayıftır. Dolayısıyla geçmişte katkı sunanlar kolayca göz ardı edilebilir.

Siyasetçiden Vefa Beklenir mi?

Toplum bekler. Ama siyasetin aktörleri bu beklentiye ne kadar cevap verir, işte orası tartışmalıdır. Siyaset, vefanın değil çoğu zaman değişim ve pragmatizmin sahnesidir. Ancak unutulan her emek, bir toplumsal hafıza kaybıdır. Vefalı siyaset mümkün, ama onun için güçlü kurumsal etik ve liderlik erdemi gerekir. Ancak ne yazık ki siyasi tarihimiz, vefa örneklerinden çok vefasızlık hikâyeleriyle doludur. Bir zamanlar “baş tacı” edilen isimlerin görevden alınış biçimleri, bir telefonla biten kariyerler ve unutulan emeğin sessizliği, halkın vicdanında derin yaralar bırakmıştır. Partiler bu algıyı “Vefa toplantıları” gibi sembolik etkinlikler düzenleyerek yönetmiştir.

Vefalı siyaset; güçlü etik anlayışla, geçmişle sağlıklı bağlar kurarak ve her emeğe hak ettiği takdiri göstererek inşa edilir. Bu anlayışın yokluğunda ise siyaset, sadece bir satranç oyununa dönüşür: Hamleler yapılır, taşlar değişir ve eski dostlar kolayca gözden çıkarılır. Vefasızlık; güce bağımlı, duygudan uzak bir siyaset anlayışıdır. Vefalı siyaset ise; kalplere dokunan, tarihe sahip çıkan, adaletle yoğrulmuş bir duruşun adıdır.

AK Parti’nin “Vefa Toplantıları” tam da bu hassas noktaya bir cevap niteliği taşıyordu. Erdoğan’ın kurucu kadrolarıyla geçmişe dönük bağları tazeleme çabası, sembolik de olsa bazı yaralara merhem olmaya çalıştı. Öte yandan CHP’de değişim rüzgarları, pek çok deneyimli ismin sahneden çekilmesine neden oldu. "Yenilenme" adı altında yapılan bu tercihler, vefa mı yoksa vizyon mu sorusunu doğurdu.

Belki de artık “kim kime vefa gösterdi?” sorusunu sormak yerine, “siyaset mekanizması vefayı nasıl sistemleştirir?” sorusuna yönelmeliyiz. Çünkü gerçek vefa, sadece geçmişi hatırlamak değil; o geçmişten ilham alarak geleceği inşa etmektir.

Bir zamanlar birlikte yürünmüş yollar, omuz omuza kazanılmış seçimler, gece yarılarına kadar süren kampanyalar... Hepsi bir anda silinebiliyor. Çünkü siyaset, hatırlamaktan çok unutmak üzerine kurulu bir mekanizma haline geldi. Siyasetçi koltuğa oturur; sonra onu oraya taşıyanları unutur. Kurucu kadrolar, ilk destekçiler, yıllarca sırtında yük taşıyanlar, sadece işlevsel oldukları sürece hatırlanırlar. Vefa mı? Ancak gerektiğinde gündem malzemesi olur. Bir “Vefa Toplantısı” düzenlenir, birkaç isim çağrılır, birkaç alkış alınır, plaket verilir ve sonra yine unutulur.

Siyaset kendi sadakat sistemini inşa eder, o sistemde duygulara yer yoktur. Duyguları ile değil siyasetin satranç kurallarına göre hareket etmek isteyen siyasetçiler ise şunu asla unutmamalıdırlar.’’ Bugün buradaysak, dün omuz omuza yürüdüğümüz partililer sayesinde. Bu davanın gerçek sahipleri; geceleri afiş asanlar, sabahın köründe sandık başına koşanlar, bir telefonla sahaya çıkanlardır. Onları unutmak; kalbi unutmak demektir.’’

Osmanlı Devleti, bir cihan imparatorluğu olmanın ötesinde, verdiği sözün ağırlığını omuzlarında taşıyan bir vicdanın adıydı. Salt güce değil, adalete yaslanan devlet; yaptığı anlaşmaları yalnızca diplomatik bir belge değil, ilâhî bir yükümlülük olarak görüyordu. Çünkü inanç vardı: “Ahdi yerine getirin. Ahdi bozanlar sorumludur.” (İsrâ Suresi, 34)
Ve korku değil, sorumlulukla yoğrulmuş bir erdem anlayışı: “Allah bir kavme, ancak ahdlerini bozduğu zaman düşmanlarını tasallut eder. ”Bu ayetler ve hadisler, Osmanlı siyasetinin pusulasıydı. Sadece bir toplum için değil, tüm dünyaya karşı verilen sözlerin emaneti taşınırdı. Diplomasi bir pazarlık değil; ahlâkın sınavıydı.

Osmanlı'nın vefâsı, İslâm hukukunun kutsal çizgisiyle şekillenmişti. Ama sadece din değil, Türk töresi de aynı hakikati fısıldardı: Söz namustur. Ve namusa ihanet, yalnızca insanı değil, devleti de eksiltirdi. Sultanlardan beklenen en büyük vasıf neydi? Güç mü? Zafer mi? Hayır…Tâbî olduklarının gözünde “sözünün eri” olmasıydı. Çünkü halk, kılıçtan çok, adalete sığınmak ister. Devleti ayakta tutan mermer değil, güvendir. Ve o güven, verilen her sözde bir kez daha inşa edilir.

Çünkü modern siyaset, çoğu zaman gücün fısıltısıyla yön buluyor. Ama biz, geçmişteki o güçlü vicdanı tekrar gün yüzüne çıkarabiliriz. Vefâ sadece bir hatırlama değil, yeni bir inşa çağrısıdır. Ve belki de bu çağrı, bizi unutulmuş bir erdemle yeniden buluşturur. Sözün, kalpten çıktığı ve tarihe mühür olduğu günlerle…