Günümüz dijital dünyasında hayat öyle hızlı akıyor ki…
Durup denizin dalgasını, bir kuşun kanat sesini, rüzgârın bir yaprağa değdiği o kısacık anı yalnızca bakıyoruz.
Bakmak kolay; gözün refleksi.
Ama görmek… Görmek kalbin emeği.
Bir otogarda ayrılıkların, bir tren garında bekleyişlerin, kırmızı ışıkta mendil satan bir çocuğun gözündeki umutsuzluğun farkına varmak…
Köşede sessizce satış yapan yaşlı bir adamın yüzündeki çizgilerin hangi hikâyeden doğduğunu merak etmek…
Telefonda “iyiyim” diyen bir arkadaşının sesindeki kırılmayı duyabilmek…
İşte görmek dediğimiz şey, tam burada başlar.
Hepimiz bakıyoruz; ama herkes aynı şeyi görmüyor. Aynı olmak zorunda da değil. Yine de hayatı gerçekten yaşayabilmek için, gözümüzün gördüğünden daha fazlasını kavramaya mecburuz.
Sen bir köpeğin yerde yuvarlanıp sevgi bekleyişini görürsün…
Ben bir vapurda martılara simit atarken onların coşkusunu görürüm…
Bir başkası gökyüzünün renginde kendi içindeki yangını…
Çünkü görmek, bakmaktan öte bir hâl. Kalbin perdeyi aralaması.
Hayatı olan biteniyle, duygusuyla, hikâyesiyle hissedebilmesi.
Ve belki de bütün mesele tam olarak şudur: Bakmak herkesin harcıdır; görmek ise insanın kendine verdiği bir armağandır.