“İnsan en çok söyleyemediklerinde kaybolur.”
— Oruç Aruoba
İnsan bazen konuşarak yorulmaz; susarak tükenir.
Ağzımızdan çıkmayan cümleler, kalbimizin kuytularında birikir.
Bir “keşke” olurlar, bir “neden söylemedim?” olurlar…
Ve bir gün ansızın patlayan sessiz bir çığlığa dönüşürler.
Toplum bize susmanın, duygularımızı belli etmemenin bir erdem olduğunu öğretiyor.
Sanki konuşursak saygısız, kendimizi savunursak kaba, duygularımızı söylersek zayıf oluruz.
Oysa çözümlenemeyen her soru, insanın içini içten içe yiyen görünmez bir canavar gibidir.
Bir sorunun cevabını aldığında konu kapanır; almadığında ise o düğüm büyür, büyür…
Ve insanı içten kemirmeye başlar.
Birilerine kızdığımızı söylemediğimiz için,
birine sevgimizi itiraf edemediğimiz için,
bir haksızlığı dile getiremediğimiz için,
bir vedayı zamanında edemediğimiz için…
Biz, aslında sustukça kayboluruz.
Kendimizi fark edebilmek, içimizdeki soruların cevabını bulabilmek ve toplumun dayattığı kalıpları kendi iç sesimizle tartabilmek için,
sorularımızın cevaplarını almak zorundayız.
Bu ne bizi kötü yapar,
ne de toplumun dışına iter.
Aksine, insan kendi sorularına cevap aradıkça kendini inşa eder.
Söylemekten korktuğu şeyi söyleyen, hem kendini özgürleştirir hem de duygularına sahip çıkar.
Ve bir noktadan sonra anlarız ki:
Kendimizi kaybettiğimiz yer, sesimizi bıraktığımız yerdir.
O yüzden en büyük cesaret, yeniden konuşmaya cesaret etmektir.
Kendi sesimizi geri almak,
kendi sınırlarımızı çizmek,
kendi içimizi görünür kılmak…
Bunların hepsi, insanın kendine dönüş yolculuğudur.