Çocukken insanların yalan söyleyebileceğini düşünmek bile büyük bir girdaptı. Çünkü bizim dünyamızda yalan yoktu. Oyunlarımızda yoktu, dostluklarımızda yoktu. İnsanlara bakışımız saf, içten ve koşulsuzdu.
Bugünse ne görsek şüpheyle yaklaşıyoruz. Sosyal medyada izlediğimiz bir video, dinlediğimiz bir röportaj, gördüğümüz bir fotoğraf… Hepsi sahteymiş gibi geliyor. Çünkü artık hayatımıza öyle bir gerçek girdi ki: yapay olanın gerçeği taklit edebilmesi. Yapay zekâ, sahte haberler, manipüle edilmiş görüntüler… Ve biz, her şeye kuşkuyla yaklaşırken, farkında olmadan kendi içimizdeki masumiyeti de kaybettik.
Üstelik yalnızca masumiyeti değil, onunla birlikte birçok duygumuzu da kaybettik. Birine koşulsuz güvenmek neredeyse imkânsız hale geldi. Bu sadece ilişkilerde değil, günlük hayatta da böyle. Yolda birine yardım etmek istediğimizde bile önce şüphe ediyoruz: “Ya bana yalan söylüyorsa? Ya gerçekten ihtiyacı yoksa?” Bu sorgulama, belki de yardıma muhtaç birini görmezden gelmemize sebep oluyor. Güvenmek zor, inanmak zor, teslim olmak daha da zor. Belki de büyümek dediğimiz şey biraz da budur: kalbin masumiyetini koruyamamak.
Ama ben çoğu zaman inanmayı seçiyorum. Yalan söylüyorsa bu onun meselesi. Çünkü ben kendi kalbimde iyi kalmayı, yardım etmeyi, güvenmeyi tercih ediyorum. Karşımdakinin kötülüğü, onun karakteriyle ilgili bir gerçekliktir; benim kim olduğumla değil.
Belki de asıl mesele şudur: Masumiyetimizi kaybettik ama iyiliği seçme özgürlüğümüzü kaybetmedik. Bugün bu dünyada en büyük cesaret, hâlâ güvenebilmektir. Çünkü güvenmek, incinme ihtimalini bilerek kapını aralamaktır. Ve belki de insanın en asil yanı, başkasının kötülüğüne rağmen kendi içindeki iyiliği koruyabilmesidir.
Peki sen, masumiyeti kaybettiğimiz bu çağda, hâlâ güvenmeyi göze alabiliyor musun?